1 Mart 2011 Salı

Bit pazarında idik...

Bugün bit pazarındaydık. Çok güzel bir antikacı keşfettik. Aslında sadece antikacı da değil. ne ararsan var. 1 milyoncu tarzında bir antikacı daha çok. Kağıt lambalar, sepetler, süs eşyaları, boncuklu asma kapılar, sehpalar ve daha bir sürü şey...pembe, turuncu ve yeşil pembe kağıt lambalar ve kırmızı kurdeleli hasır bi sepet aldım. Fotoğraflarını çekmeye üşenmesem çekip koyucaktım ama halim yok :) sonra bir ara koyarım.

Bit pazarı deyince aklıma hep "Eternal sunshine of the spotless mind" gelir. O kavga ettikleri, bit pazarı (flea market) sahnesi. Hiiç öyle...Bugün kırmızı beremle dolaşırken daha bi çok geldi. Çocuk konusunu açsaydım kesin o sahneyi aynen yaşardık hahaha :) Kate Winslet'in turuncu saçları ve mavi beresi vardı gerçi ama olsun. Yaşardık işte..Daha sonraki sahnelerin birinde de " I should have left you at the flea market!" ( seni bit pazarında terk etmeliydim) diye bağırır Kate Winslet...Hatırlarsınız. Ne acaip filmdi...Ooy...

Neyse işte, öyle...:)

28 Şubat 2011 Pazartesi

2h37 (2006)

Biraz önce izledim. Çok enteresan bir film. Konusu sıradan ama görüntü, kurgu ve çekimler çok başarılı...


Heeey !

Miskinkek beni okunması en keyifli bloglardan biri seçmiş. Sevindirik oldumm. :-)Öpüyoruuuum :)


Tırsak bünyeye de bu yapılmaz ki ayol..

Ne kadar tırsaksan o kadar tırstırıcı şeyle karşılaşırsın hayat boyu. Ya bırak, ben korkularımla yüzleşme işini kendim yapabilirim! Yardım istemiyorum! ama yok ille bişey gelir seni dürter mutlu huzurlu otururken.

Ben genelde eğer birini beklemiyorsam kapı çaldığında açmam. Çünkü çoğunlukla- 1 numarada oturduğumuz için- önüne gelen basıyor. Ciddiye almam yani. Bir de o zil sesi tedirgin eder beni nedense. Desibelinden mi bilmiyorum ama rahatsız olurum işte. Neyse, sabah ısrarla biri zile basıp duruyor. Açmadım, ama o kadar ısrarlı ki. Tam o sırada ev telefonu çaldı. Bir baktım saçma bir numara. hakkaten abidik. uyduruk bişey, hani böyle 1-2 rakamı eksik falan gibi.. tedirginlikle açtım, ses yok. Haydaaaa zil çalıyo ama hala. Kapının önüne gelmişken açayım bari dedim.Açtım. Tuhaf bir adam. kasketli, çantası var ve kekeliyor bir şeyler anlatmaya çalışıyor. Ama kapının dibine kadar da girmiş. Öyle satıcı falan gibi de değil ama. Hiç tekin olmayan bir havası var. Aynen kapattım kapıyı. Bir daha da çalmadı kapı.Telefon da. Sonra dinledim bakiim başka zillere de basacak mı diye, satıcı olunca öyle oluyor çünkü ama basmadı. Abi yalnızca bana gelmiş'! :/Tedirginim hala. Delikten bakıcam korkuyorum şimdi. Orda ööle dikiliyosa falan diye.O değil de asıl bahçede dikiliyorsa daha fena. Korkuyorum pencereden de bakmaya. Amaaaan. Git beeee. "Çığlık" modunda yaşamasak ya hayatı. Ayıp ama.

27 Şubat 2011 Pazar

canın oje sürmek istediğinde mutlusundur.

Tamam yeni bişey keşfetmedim ama bi dinleyiverin..
Canın ne zaman kendinle ilgili bir şey yapmak isterse, işte oje sürmek, maske yapmak falan, bi bak kendine hakkaten rahat ve mutlusundur. Yoksa günlerce kırılmış tırnaklar ve bakımsız bir suratla hangimiz gezmedik ki...tırnağın kırılır 1 hafta eline törpüyü alıp da iki dakka törpülemek bile gelmez içinden..."bat kızım batabildiğin kadar bat,rezil ol, sana bu yakışıyo, törpülicen de nolcak, ruh göçmüş allooooo!?" psikomanyakolojisi...ruhen rahatlamak, fiziki güzelleşme isteğini de elinden tutup getiriyor. depresyon dedikleri şey de böyledir ya. Bakın depresyonun tanımına, paspallıktan bahsederler hep. Paspalsındır çünkü umudun yoktur. Ruhun göçmüştür. Çıktığın anda da ilk iş oje sürüp maske yaparsın. Böyledir anacım bu.

Haa hayatı boyunca hiç manikürsüz tırnaklarla bakımsız suratlarla gezmeyenler de var. Bilemiyorum onları. Hep mutlular kanımca. Anlamsız bir biçimde. Ya da bu, sıkıntılardan kurtulma ve deşarj olma yöntemleri. Ama olmuyo işte ki öyle...denemedim mi sanki..depresyondayken insan yahu bi kendime bakayım da rahatlayayım diyebiliyor mu ki var mı öyle bişey? bence yok. Yapabiliyorsa zaten depresyonda değildir ki. Yok yok onlar hep mutlu. Doğuştan. Şanslı bebeler.

Tamam yaa kendini sevmekle alakalı biliyoz. Biz de seviyoz kendimizi ne var. Ama bazen sevmiyom işte. Sevmediğimde paspallaşıyom. Öyleyim ben. Sevmediğimde de bakımlı gezemiyom. Gezebilen var ise reçete istiyom. Bu kadar.

Neyse....Haydi bakalım ojeyeeee :-))

toz yorgunluğu

1 yıldır oturulmayan evde biriken ve her yerden durmadan dökülen taş toprak molozları atmak için 4 saat aralıksız çalışan ben, şu an beli başı tutulmuş bir vaziyette ööle mal gibi oturuyorum. Ya aslında keyifliyim oolum.1 yıldır oturulmayan evde senin ne işin var niye temizledin manyak mısın diye sorabilir insanlar. Ben manyakmışım dimi.Gidip boş evleri temizliyomusum manyak gibi. Sonra da ay belim tutuldu çok yoruldum diye ilgi bekliyomusum :) Yok yok, sevgilimin evi. Yeni tutuldu da ev..O demişti ama yorma kendini diye ama ben dayanamadım. keyif almasam yapmazdım zaten. Osho'yu bir kez daha saygıyla anıyorum burda. Feci meditativ bir eylemdi. Süperim! :)

Valla ev benim evden daha güzel onu söyliim :)ben kendi evimde bile bu kadar temizlik yapmıyorum ki..."kıyı bucak temizlik" diye bir laf vardır. Anneannem derdi hep. Kıyı bucak temizliği anneanneler yapar anca. ben yapmam. Kendimi o kadar yoramam. Yapacak daha önemli işlerim var; blog yazmak gibi heheheoheohioğğğ :)) sevgilinin evine yapmışın ama diye bir cümle yakaladım havada. Evet yaptım. Suçluyum. Yılda bir kere belki gelir o şevk o da bu seferlik ona denk geldi. Haa bi dahaki sefere kendi evime denk gelir belki o şevk..ama belki :) ama sonuçta orası da benim evim sayılır...sayılır değil öyle...o yüzden pek de birşey farketmiyor azizim.

Mesela pislik ve temizlik anlayışım çok farklı benim. Pis değilim asla ama millete batan şeyler bana batmaz. Buzdolabı yeni alındıysa mesela, öyle ıcığıyla cıcığıyla uğraşamam, bi silerim olur biter. Ya da eve yeni alınan bardak tabak falan gibi şeyleri öyle makineye atıp da yıkamam, sudan geçiririm olur biter. Ne lan ne var abartacak...altı üstü toz var üzerinde...ölmedim hasta da olmadım şu ana dek...benim içim rahat valla :) ya da böyle koltukları çekip, kitapları indirip falan toz alamam...haa belki çok mutluysam o da yılda 1-2 kez belki olabilir. keyfime bağlı. Ya bana ciddi sinir basıyo öyle zamanlarda. Böyle her yer dağılıyo ya, onu indir bunu indir, koltuğun üstü ıcık bıcık doluyo falan...hhhöööf! Böyle minik ıcık bıcıklarla uğraşmak fenalık bastırıyor bana. Zaman kaybı gibi geliyor, anlamsız geliyor, öyle bir halet-i ruhiye içine giriyorum. Elde bulaşık yıkarken çatal bıçal yıkamak ve çamaşır asar ve toplarken don, çorap falan deli eder beni. Bir iş yaparken de fazla ayrıntıya girersem zaman kaybediyormuşum gibi gelir hep, zaten pek çok konuyu çabuk kavrayabildiğimden,ayrıntılarda boğulmak beni benden alıııır götürür ağzımı yüzümü yamultur bırakır. Öyle yani. napiim.

Bi de cam silmek. Cam silmek kadar gereksiz bir eylem var mıdır acaba? Anneannem "elalem ayıplar" diye cam silerdi. Çok titiz bi kadındı o ayrı da hep elalem için yapılırdı her şey. Çamaşırlar da elalem için asılırdı mesela. Düzgün asmak mühimdi. Paçavra gibi asarsan elalem ayıplardı. Ev bile elalem için temizlenirdi. Güzel yemekler bile elalem için yapılırdı. Arkandan ne hamarat kadın diye konuşsunlar diye. Hayatları buydu.kendileri de konuşurdu; "falancanın kekini hiç beğenmedim" filancanın halısı ne pisti aaaay" diye...Bi de bi tepki oluştu galiba bende. Aileden biri hep bu konuda övülürdü. (yenge, teyze kızı falan) Şöyle titiz böyle titiz falan diye. Uyuz olurdum. Öyle olunca herkesin bana saygı duyacağını sandım hep. O kişi de, herkesin onu öyle bulduğunu bilerek kasım kasım kasılırdı. Bu ne oğlum! titizliğinle mi varolacaksın bu hayatta? ben istemedim.Reddettim. Farklı olucam diye böğürdüm. Oldum da...Evet evet biraz da tepkiden öyle oldu...Titizlik manyağı bir ailede büyüyüp "kıyı bucak" temizliği reddetmek böyle açıklanabilir.

 Hep düşünürüm şimdi ne kadar boşa harcamışlar hayatlarını diye...Ben de her bi şeyi öğrendim de yapasım yok. Yapasım olsa bile başkaları için yapmam. Durum bu.

aaa ama dondu sütyendi falan hassasım bak o konularda...kesin yıkarım onları...sonra küpeler mesela...2-3 kez kolonyalı pamukla ovulur öyle takılır; yeni alındıysa...falan filan işte...Takıntım yok mu demiştim? halt etmişim :))

Güzel bir pazar geçirmeyi umut etmekteyim. Bi de "...and the oscar goes to.." yu da merak ediyorum bu arada. Uyumaz da uyanık kalırsam izlemeyi planlıyorum.Sevgiler, saygılarr

NOT: Paylaştığım filmler harbi güzel filmler ha, izleyin ulen! :))

Mermaid (2007)

Çok güzel bir Rus filmi. Birazcık Amelie tadında..

24 Şubat 2011 Perşembe

Kedi rüyası ve paradoks

Rüyamda, daha önce de rüyalarımda sık sık gördüğüm  köhne,yıkık dökük gayet kötü bir binada yaşıyormuş dayımlar. Bir de kedileri varmış. Nasıl tatlı bir kedi. Sapsarı, sokulgan, sıcacık...Kucağıma alıyorum, gezdiriyorum. Her yere götürüyorum onu. Dayımları görmüyorum sadece orda yaşadıklarını biliyorum o kadar..

Aslında çok sık düşünürüm bunu. Hani rüyanda gördüğün bir yeri daha önce de pek çok kez görmüşsündür ya, rüyanda yani, O acaba cidden öyle mi? Yoksa o gece ilk defa mı görüyorsun da sana mı öyle geliyor?  Tam bir paradoks bu.! Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?

Çünkü rüyadaki algılayışla gerçek yaşamdaki algılayış aynı değil.Tamam, yaşadıklarımız ve hissettiklerimiz bu rüyaların hammaddesini oluşturuyor ama, rüyadaki sen'in geçmişi, gerçek yaşamdaki sen'in geçmişinden farklı...Hatırladığımız ne aslında? of biri beni bu paradokstan kurtarsın bi zahmet! :)

Bilinçaltımız, belli olaylara ve duygulara karşı belli mekanlar ve kişiler yaratıyor.Biz farkında değiliz ama bunun. Üzüntü için, mutluluk için, özlem  için...O köhne bina sanırım bilinçaltımın, sıkıntılarıma karşı yarattığı bir simge. Mutlu olduğum zaman hep anneannemin evini görürüm mesela...Inception filmi geldi aklıma...rüya tasarlamak...bilinçaltının da yaptığı bu işte...duygulara göre rüya tasarlamak...

Bu rüya konusu çok ilgimi çekmeye başladı son zamanlarda.

23 Şubat 2011 Çarşamba

Masa da masaymış ha-Edip CANSEVER





 (Bayılırım bu şiire.buyrunuz efenim)




Adam yaşama sevinci içinde
Masaya anahtarlarını koydu
Bakır kâseye çiçekleri koydu
Sütünü yumurtasını koydu
Pencereden gelen ışığı koydu
Bisiklet sesini çıkrık sesini
Ekmeğin havanın yumuşaklığını koydu
Adam masaya
Aklında olup bitenleri koydu
Ne yapmak istiyordu hayatta
İşte onu koydu
Kimi seviyordu kimi sevmiyordu
Adam masaya onları da koydu
Üç kere üç dokuz ederdi
Adam koydu masaya dokuzu
Pencere yanındaydı gökyüzü yanında
Uzandı masaya sonsuzu koydu
Bir bira içmek istiyordu kaç gündür
Masaya biranın dökülüşünü koydu
Uykusunu koydu uyanıklığını koydu
Tokluğunu açlığını koydu

Masa da masaymış ha
Bana mısın demedi bu kadar yüke
Bir iki sallandı durdu
Adam ha babam koyuyordu.

EDİP CANSEVER

Çok tatlı maşallah!


  • Biz bu blogdan para kazansak ya. (Bu blogdan derken, herkes kendi blogundan tabi)Hayatımda keyif alarak yaptığım tek iş bu oldu. İşiniz ne? "blog yazarıyım ayda 10.000 dolar kaznıyorum, başta basit bir hobi gibi başlamıştı"falan diye röportajlar versek falan. allah allaaaahhh!! 
  • Bakın bir kez daha ve 4578.kez söylüyorum. Benim gözlerimin altı doğuştan, göz yapısı olaraktan hafiften şiş. Bana bir daha gelip de "noldu gözlerinin altı çökmüş" "nooldu uyuyamadın mı gece" diye soran olursa yemin ediyorum elini kolunu bağlayıp 1 hafta uykusuz bırakırım. 
  • Evimi seviyorum evde olmayı seviyorum ve evet evde sıkılmıyorum. İşim olmadıkça, çok bunalıp hava almak istemedikçe, hadi bişeyler yapalım demedikçe de dışarı çıkmayı çok seven bir yapım yok. Öyle amaçsızca fink atmak manyak gibi, bana göre değil.Hah bunu da 3498.kez söyliim de bana gelip bi daha "evde sıkılmıyo musuuun" demeyin. Valla eve kapatıp çok fena canınızı sıkarım. 
  • Ayrıca da çevremde sürekli çocuk doğurmaktan vazgeçin. Tamam zamanı geldi geçiyor ben de farkındayım da bu kadar da gözüne sokulmaz ki kardeşim.insaf..Son 2 yıl içinde kurduğum ve içinde "çok tatlı maşallah" geçen cümleleri toplasam burdan köye yol olur. O derece yani.
  • Sürekli evlenmekten de vazgeçin. Çocuk özeniyo sonra gidip olay çıkartıyo falan. Ayıp.
  • Ayrıca da kendimi yıllardır miyop olarak bilen ben, bu yaştan sonra bir de astigmatla mücadele etmek zorunda kalmaktan dolayı çok üzgünüm. 10 sene sonra bi de hipermetrop patlatırım üstüne, oooh süper! 
  • İlişkimle ilgili konuştuğum çevremdeki yakın arkadaşlarımın, sanki ben sevgilimi kötülemeye çalışıyormuşum moduna girip bunları duymak istiyormuşum gibi bana olumsuz şeyler zerketmeye çalışmalarından, sevgilimi diğer bütün erkekler kategorisine sokmalarından ve benim bundan memnun olduğumu sanmalarından bıktım. (aaa öyle mi yapıyor o zaman kesin bir sorun vardır altında bir şey vardır falan gibi..) Ben, herşeyin yolunda olduğunu,abartttığımı, ortada bir sorun olmadığını duymak istiyorum heeey! Rahatlamak istiyorum sadece bu! Ben kötülesem bile siz olumlayın ulan bir kere de! Artık "yakın arkadaş" kategorimi gözden geçirmemin zamanı geldi sanırım...
Peki bakalım. bu da böyle olsun. Gelir yazarım yine..

Yeniden Sev beni-Reconstruction (2003)

Çok ilginç bir Danimarka filmi. 2003 yapımı. Karmaşık ve farklı bir kurgusu var. Avrupa Sineması sevenlere tavsiye ederim..


22 Şubat 2011 Salı

Hayat "düstur"u

Bak şindi...olacak şey mi...aklıma gelene bak az önceki yazımın ardından. sanırım günlük konusu açılınca beynim fır fır dönüp en komik anıların birinde durdu ve parmağımı heyecanlı bir hamleyle yeni kayıt düğmesine doğru itti.


Günlük değil de "hatıra defteri" diye bişey vardı benim çocukluğumda. Ailene, yakın çevrene, arkadaşlarına filan yazdırırdın. Seni ne kadar sevdiklerini filan yazarlar, güzel dileklerde bulunurlardı. Aileden birine yazdırdığında kesin içinde eski Türkçe geçen bir cümle olurdu ve ben çok sinir olurdum buna :))


Babaannemle Dedeme yazdırmıştım. Dışı mavi kaplı, bir tane kız resmi olan bir hatıra defterim vardı. (Bak onlar nerde hiç bilmiyorum, günlüklerim duruyor da...) İkisi de çok sevinmiş ve hemen koyulmuşlardı yazmaya. Dedemin ilk cümlesi "Sana bir hayat düsturu yazayım..." idi. Bu ne demek diye babama sormuştum babam da açıklamıştı. Ama ben takmıştım o kelimeye ve naptım dersiniz? Onu güzelce karalayıp, altına amaç mı yazmıstım gaye mi yazmıştım tam hatırlayamıyorum şimdi. Türkçeleştirmiştim yani aklımca:))(gaye çok Türkçe sanki de) Babaannem de "bu güzel sahifeyi bana ayırdığın için gözlerinden öperim" yazmıştı. Sahife ne yaaa! :))) tabi aynı muameleyi ona da yapmıştım. Şimdi bunu yaptığım için öyle üzüldüm ki...çocuk aklı işte...sanki onlar yanlış yazmıs da ben düzeltmişim gibi...ne ayıp etmişim...Öyle aklıma geldi işte...


aaa babaannem bi kere de benim günlüğümü okumaya kalkmıştı yaa... "Ajanda günlük" yıllarımdaydı. herhalde ortaokulda filandım. Tatilde onların yanında kalıyordum ve her akşam o günlük çıkıyor ve özene bezene bişeyler karalıyordum. Babaannem de her seferinde şakacı tavrıyla " ne yazıyorsun, ben de okuyayım" der gülerdi. Bir gece nasıl olduysa masanın üzerinde unutmuşum. Su içmeye kalktım aa bir baktım odanın kapısı aralıktı ve babaannem yakın gözlüklerini takmış bi güzel günlüğümü okuyor. ben su içerken babaannem de tuvalate gitti galiba fırsat bu fırsat kaptığım gibi günlüğü çantama koyup hemen yatağa girdim. Gerisini bilmiyorum ve bazen düşünürüm. Tuvaletten geldiğinde babaannemin yüzünde oluşan dumuru düşünürüm bazen :))) Soramazdı da, günlüğün nerde okuyodum ben onu diye :))) ööyle kalakalmıştır :)) hehehe:))


Bu arada neydi o hayat "düstur"u hiç hatırlamıyorum...Belki hatırlasam herşey daha güzel olurdu yaşamımda...kelimeye takacağıma içeriğine taksaymışım keşke...çocuk aklı işte...:)


Kelimelere takmam yüzünden oluyor ne oluyorsa zaten. Bir şeyi ille kafamdaki kelimelerle duymak istiyorum hep...İçerikten çok biçime önem vermek beynimi yoruyor...yoruyor...


NOT: Şİmdi hatırladım! "kanun" yazmıştım ben ona. Düstur, kanun demek demişti babam..Amaç ya da gaye değil...:)

21 Şubat 2011 Pazartesi

Şeker Şeyler

Şunların şirinliğine bakar mısınız? :)Bayıldım ben bunlara! 

Ürün kodu: AYA-YA949D
                                                                                          Fiyatı: 79 TL
                                                                  Bu ürünü satın almak için : http://www.kafekadin.com/odeme.html

Düşüş

Bugün hiç güzel bir güne uyanmadım. Mars mı Jüpiter mi ne baskı yapıyo gene, anlamadım. Yok yok gene dolunay vardır kesin.Bu gezegen hareketlerinden bu kadar etkilenen bir allahın kulu daha var mıdır acaba.

Çok saçma rüyalar gördüm, hava kapalı.. ki kapalı havaları sevdiğim halde bugün üzerimde korkunç bir baskı yaratıyor. Sanki birileri bana durmadan negatif enerji yolluyor gibi. Zihnimi odaklayamıyorum hiçbir şeye. Yüreğim pır pır...yaşamımda bir şeyler sonsuza kadar değişiyormuş ve ben engel olamıyormuşum gibi...düşüyorum, tutunamıyorum ve çok yalnızım bugün...

Ta ta ta taaaaaam! Karşınızda Wii sports'un denge oyunu Zazen!



Yalnız, bunda korkunç surat falan çıkmıyor, niye anlayamadım ama sanırım ne kadar dengeli durursan o kadar uzun süre gidiyor. Dengeli durmayınca pörtlüyor o surat herhalde...:)

Pazar gecesi Wii'si

Bütün pazar günü boyunca tembel tembel oturup gece oldu mu bir enerji geldi bana. Kalktım Wii'yi açtım. her zaman yaptığım bir rutinim vardı. İşte sevdiğin egzersizleri kaydediyorsun, düzenli olarak onları yapıyorsun arka arkaya...teker teker seçmen gerekmiyor.Toplam 30 dakika falan.

Bir de, her moda göre ayırmışlar. rahatlamak için, uyku için, yok efendim genç kalmak için falan filan diye.Her kategoride de 3'er egzersiz var. daha önce o şekilde yapmamıştım bu kez yapayım dedim. Relax'e tıkladım.Nedense rahatlamaya ihtiyacım varmış gibi hissettim.Gecenin bu saatinde rahatliim de uyuyim yani dimi.

Neyse, 3 egzersiz koymuşlar. ilk İkisi Yoga, sonuncusu da tuhaf bişi, anlamadım ne olduğunu, ilk defa görüyorum. Sonradan anladım ki çakma meditasyon gibi bişeymiş! Denge tahtasına bağdaş kurup oturuyosun, bi tane mum yanıyo ekranın ortasında, hiç kıpırdamadan durman gerek.Arkadan garip sesler geliyo, tıkırtılar falan. Akılları sıra korkmanı ve vücudunun sarsılmasını sağlamaya çalışıyorlar galiba.

Oturuyorum neyse, birden "hööyyt!" diye korkunç bir surat belirdi ekranda. "Allah sizin cezanızı versin!" dedim bi anlık refleksle. Relaxing melaxing hak getire tabi. Zaten puan da alamamışım. "Unbalanced" çıktı sonuç. Ulen ben rahatlicam diye yapıyorum adamların yaptığına bak. Nası bi rahatlama egzersiziyse artık... Küstüm işte hıh! girmiim de görsünler 1 ay. Hani internette dolaşan videolar vardı ya bi ara, sesini açın diye ısrar ediyorlardı da bakarken bakarken bi tane surat ve çığlık beliriyodu falan. Onun gibi bişi. Git yaaa.

Ama herşey bir yana, gerçekten çok keyifli. Almak isteyen arkadaşlara kesinlikle tavsiye ederim. Düzenli yapıldığı sürece gerçekten faydasını görüyorsunuz. :-)

20 Şubat 2011 Pazar

"TV'de ilk" saçmalığı

...ben hep "TV'de ilk" yazan filmleri bir halt sanırdım. Ne alakaysa. Öyle bir hava veriyor ama dimi. Sanki sana özelmiş gibi, kaçırmaman gerekmiş gibi..

Oysa sonradan öğrendim ki bu filmler "çuval film" tabir ettiğimiz, Televizyon kanallarına paket paket satılan filmlerin arasına serpiştirilmiş, Amerika'daki video dükkanları için çekilen ve kimsenin izlemediği, hiçbir sinemasal kaygı içermeyen filmlermiş. Dandirik filmlermiş işte. O yüzden "Tv'de ilk" yani. Bi numarası olduğundan değil...

Anlayacağınız kakalıyolar bunları kanallara ve biz de bir halt zannedip izliyoruz. Hoş, bazen geceleri iyi oluyo bu filmler. Gülmek  için..Valla...özellikle "çuval film" arayışına giriyoruz bazen ve "Tv'de İlk" yazan bir film görünce "allah yaşasın" diye izliyoruz. :)

Hani bunu böyle bilip de izlemek gerçekten çok keyifi oluyor.

"Siz anca bundan anlarsınız, alın!" diye insanları aptal yerine koymaya çalışan şu kocaaa "Tivi Vörld" işte...Bi de sonra yok bizim insanımız bunu seviyo napalım diye masuma yatmaya çalışırlar dimi...Sen insanını adam yerine koymayıp, yıllar boyu sinema budur, film budur diye çuval filmlerle uyutup beyinlerini uyuşturursan olacağı bu tabi...Sonra da utanmadan, dalga geçerler insanlarla...Dizi izliyolar, yok sinemadan anlamıyolar diye...Ne olacaktı başka? Oturup da Guguk Kuşu'nu mu eleştirecekti insanlar? Bir beğeni geliştirmelerine, zevklerinin incelmesine izin verdin mi de bunu bekliyorsun?

Neyse...:-)

19 Şubat 2011 Cumartesi

kafdağının derinlikleri

Rüyaya bak şindi...Bir gemideyim ama gemi demeye bin şahit ister. Sözde öyleymiş çaktırmayın. Havalanıp suyun altına girip çıkıyo böyle abuk bişi...Geminin ön tarafında belediye otobüslerindeki gibi gittiği yer yazıyo bi de numarası var. Numarayı hatırlamıyorum ama gittiği yer "kafdağının derinlikleri" hahaha:))) çok gülüyorum şu anda yazarken.

Yanımda annem varmış ama annem değil, anlarsınız işte,başka bi kadın ama annemmiş yani sözde. Bana diyo ki "sen iyi anlarsın bu işlerden, bu kaptan süremiyo bu gemiyi gidip bi bak bakalım" :))) iyi anlarmışım ben gemi sürme işinden bak sen:))) Gidiyorum ama bir anda karaya çıkıyo gemi ve bir yardım gemisine dönüşüyo, birileri bağırıyo falan, sözde yardım getirmişiz biz onlara.

Amaaaaan bu ne be:))

18 Şubat 2011 Cuma

Mimlenmişim :)

Miskin Kek'in gönderdiği mimi hemen yanıtlıyorum :-)


1.Gün içinde, eğer gerçekleşirse şok geçireceğin şey?
Artık pek şok olmuyorum :)

2.Gördüğün zaman, eğer almazsam uyuyamam dediğin şey? 
Bilmem, çok beğendiğim herhangi bir şey kafama takılabilir ama uyurum ertesi gün gider alırım.
3.Uğruna diyetini bir kalemde bozduğun şey?

Hiç diyet yapmadım hayatımda :) o yüzden bilmiyorum ama sanırım muzlu dondurma olurdu :)
4.Uğurun var mı?

Yok.
5.Kendine en yakıştırdığın renk?

Açık mavi ve mor.
6.En sevdiğin takın?

başparmak yüzüğüm.
7.Takıntın?

Çok takıntılı sayılmam aslında ama mesela ellerimin ıslak olması beni rahatsız eder. Bazen birinin dediği bi lafa çok takarım. Evin kötü kokmasına tahammül edemem vs vs...
8.Bavulum çoktan hazır gitmek gitmek istediğim şehir, ülke?

Paris
9.Ben bu şarkıyı duyunca şakırım

Abba Dancing Queen olabilir. 
10.Solunda ne var?
Çay





Naylon defter kapları ve fakir çocuklar

Bir arkadaşın yazısı üzerine çocukluk anılarım depreşti.


Çocuklar arasındaki hiyerarşi ne kadar acımasızdır hiç düşündünüz mü? Çocuklar acımasızdır zaten. Çok nettirler. Kafalarında her kavrama uygun bir kalıp vardır. Ayırırlar insanları, aralarına almaz ve kolaylıkla dışlarlar. Mesela naylon kaplama kağıdı kullananlar, diğer çocuklar arasında hep "fakir" damgası yerdi benim çocukluğumda. çünkü ucuzdu onlar...hepsinden daha dayanıklı ama ucuz...Mavisi, beyazı ve kırmızısı olurdu. Okulun ilk günü çantasından bunlarla kaplanmış defter ve kitaplarını çıkaran çocuklara hep farklı gözle bakardık. Ben de bakardım evet. Başlarda. Ama benim acımasızlığım uzun sürmezdi. Hemen severdim onu/onları.


Hatta sınıfın haşarı ve yaramaz çocukları, kalemleriyle çizerdi fakir çocukların naylon defter kaplarını. Ağlardı fakir çocuklar.Çok üzülürdüm ve kızardım o çocuklara, çok kızardım. Bir süre sonra, aramızda bir oyuna dönüşmeye başlardı bu naylon defter kapları...biz de almaya başlar, böylelikle kendilerini yalnız hissetmemelerini sağlardık onların...Kendi kaplarımızı çizmeye başlardık kurşun kalemlerimizin ucuyla, aramızda fark kalmasın diye, oyunlar oynayabilelim beraber diye...Eşitlenirdik. Gülerdi fakir çocukların yüzü. Fakir olmanın utanılacak ve kötü bir şey olmadığını naylon defter kapları öğretmiştir bize...


Bir de "evden getirmek" diye bir deyim vardı. Çok ayıp bir şeydi "evden bir  şey getirmek". Özellikle doğum günlerinde çok konuşulurdu bu. "Falanca hediyesini evden getirmiş herhaldeee" diye dedikodusu yapılır, onunla konuşulmaz, bir köşeden sinsice izlenirdi. Hediyesini evden getiren fakir çocuksa, masum ve hüzünlü gözlerle izlerdi eğlenceyi. Zaten bir süre sonra fakir çocuğun fakir babası, olanca güler yüzüyle gelir ve götürürdü çocuğunu...daha sonra,kendi doğum günlerime arkadaşlarımı çağıracağım zaman, minik davetiyeler hazırlar ve özellikle belirtirdim, "hediye almanıza gerek yok" diye, çok iyi hatırlıyorum. Buna rağmen doğum günüme gelmeyen arkadaşlarım olurdu elbette...o zaman da üzülür ama anlardım onları...bu küçük not yeterli değildi kendilerini rahat hissetmeleri için...çünkü o hain bakışlar yine süzecekti onları...


Ne kadar kötüymüşüz...çocuktuk ama çocuklar kötü kalpli işte...hala gözümün önünden gitmez bazı yüzler...hüzünlü yüzler...gerçi ben asla kimseyi dışlamadım hatırlıyorum da...başlarda arkadaşlarına uyuyorsun ama sonradan vicdanın sana yanlış yaptığını söylüyor...


Şimdi düşünüyorum da...en sevdiğim defter kabı, bu naylon olanlardı benim...cicili bicili süslü parıl parıl olanlar hep acımasız ve hain arkadaşlarımı hatırlatır bana...onlar gibi olmak istemedim hiç ve sıyrıldım kolaylıkla aralarından...Hümanist ve vicdanlı bir insan oluşum bu zamanlara dayanır işte...

17 Şubat 2011 Perşembe

Natalie sen neymişsin...


Siyah Kuğu'yu izledik bu akşam.Bu kadar yazılıp çizildiğine göre klasik bir balerin filminden farklı olmalı diye düşündüm. (İşte ayağını kırar falan ya, ne biliim öyle bişiler)

Konu, kurgu filan hakkında çok konuşulabilir ama Natalie Portman'ın oyunculuğu beni benden aldı. Böylesi bir performans şahsen, beklemiyordum...

Kuğu Gölü balesinde Siyah Kuğu olabilmek için önce kendi içinde bir dönüşüm geçirmek zorundadır Nina. Bunun için içindeki karanlık yönleri, içindeki şeytanı ortaya çıkarmaya ve yıllardır bastırdığı tüm duygularının,cinselliğinin, kadınlığının farkına varmaya başlar, hırs ve şehvetin onu değiştirmesine, dönüştürmesine karşı koyamaz.

Bence muhteşem oynamış. Nina'nın önce kendi içinde ve daha sonra sahnede geçirdiği dönüşümü,değişimi öyle başarılı yansıtmış ki oyunculuğuna gerçekten hayran kaldım.

Tamam çok abartmiim. İzledikten sonra abarttığın kadar da değil diyebilrisiniz...:-)

Efenim ondan önce de tiyatroya gittik. berbat bir oyundu, bahsetmeye gerek görmüyorum ama asıl saçma olan, kapıdaki görevlilerle yaptığım tuhaf konuşmaydı.Devlet Tiyatrolarının girişinde hep oluyor gerçi bu tartışma, bir kaç kez daha yaşamıştım ve mantığını kavramak için beyin hücrelerimi epey bi zorlamıştım.

Çanta kontrol faslı.
"Fotoğraf makineniz var mı?"
"Var"
"O zaman onu girişte almak durumundayız"
"aa niye?"
"içerde fotoğraf çekmek yasak, oyuncular rahatsız oluyor"
"iyi de benim makinem hep çantamdadır, fotoğraf çekicem diye getirmedim ki ben onu özellikle, ayrıca da dürüst oldum söyledim size, söylemeyedebilirdim, hem niye çekiyim ki ben fotoğraf, ben oyun izlemeye geldim!
" "ııı kem küm "

falan şeklinde atlattık giriş faslını...Mantığa bak, fotoğraf makinen varsa fotoğraf çekiceksin anlamına geliyor. Çekmicem tamam dersin olur biter. Makineyi alma da ne oluyor..Neyse..zaten tam bir zaman kaybı, vasat bir oyundu...

16 Şubat 2011 Çarşamba

Portishead - Glory Box (Live at Roseland NYC)

"Your leg is shaking a bit!"

Wii diyi bişi var. 3 yıl önce keşfetmiştim.1 ay boyunca düzenli yapınca gerçekten de fitin allahı olmuştum. Bir an önce eve de almalıyım bundan diye dellenmiştim. Nihayet aldık eve. Epey oluyor gerçi. 2-3 ay filan. Ben bir hevesle başladım tabi. 15 gün boyunca düzenli yaptım süper de gidiyodu...tam bir endorfin bombasıydım...sonra salladım :) yok yok üşenmeye başladım. İşte bu toka hikayesi gibi bişi oldu. Sabah kalkcan da yapcan da ohoo...iyi de niye yapcan?kafanda bi ton sorun varken...fit olsan nolcak gibi bir sürü saçma düşünce peydah oldu.Üstüne üstlük sigarayı da bırakamıyorum. egzersizler bitiyo ben sigara içiyorum ne anladım ben bu işten...endorfinmiş mendorfinmiş falan hak getire...( Bu arada az sonra tavan tepeme çökecek, az kaldı..2 gün boyunca neyi deler bir insan anlamış değilim) neyse...

bu Wii'de bir takım adamlar var; çalıştırıcılar. Bildiğin hal hatır falan soruyolar, bazı günler "bugun Hüsnü gelemedi ben geldim" diye çıkıveriyor başka bir kadın çalıştırıcı karşıma. Kazara ayağın titrese kızıyorlar falan. Kolay bişi de değil ha, hem vücudunun dengesini sabit tutmak, hem hareketleri yapmak hem de düzgün nefes almak zorundasın. Öyle aerobik programları gibi değil, kafana göre takılamıyosun. bir süre girmesen dalga geçiyor falan ordaki eleman; "uzun zamandır yoksun adın neydi senin" falan diye...bi de isim uyduruyo...Yakında eve gelip, taytlarıyla mutfakta yemek yaparken falan bulmaktan korkuyorum, ya da bornozla banyodan çıkarken falan...! Işıkları yakınca salonda ellerini kavuşturmuş beklerken filan buluyormuşum;"1 haftadır seni bekliyorum! nerdesin sennn?!"...Bak şindi...arayı fazla uzatmadan yapiim ben şu egzersizleri en iyisi...bela almayalım başımıza :-))

15 Şubat 2011 Salı

versiyon karmaşası

Film izlemeyi çok seviyorum(uz). Yani sevgilimle ben. İnternetten indirilme de değil. Gidip DVD alıp kutulayıp arşiv yapmak en büyük zevklerimizden. Film dediğin öyle olur. Sevmiyorum ben internetten film indirip izlemeyi, haksızlık, saygısızlık yapıyormuşum gibi geliyor filme. ( Tıpkı küçükken, yolda elimde çiçek taşırken çiçeği yere doğru tutmanın çiçeğe saygısızlık olduğunu düşünmem, ve öyle taşıyanları yadırgamam gibi...tamam çok alakası yok ama dün aklıma geldi bu, bir yere sıkıştırmak istedim) Raflara sıra sıra renk renk de dizdin mi eve ayrı bir hava katması da cabası. ( Caba lafını pek kullanmam aslında. böyle anam bacım kardaşım, bu gala daşlı gala falan gibi yerel bi tınısı da var, fonetiği bozuk, sinir bi sözcük)

1 yıl içinde acaip bir arşivimiz oldu. Sinemayı hep severdim ama sevgilimden sonra daha yakından ilgilenmeye başladım. Kurgu hataları, devamlılık hataları falan gibi teknik sorunları bile farkedebilen bir bilge olma yolunda ilerlemekteyim.Çok mutluyum.

Dün yine bizim dvd'ciye gittik ve 22 tane film aldık. Acaip filmler. Adamlarda ne ararsan var. Geçenlerde "Sleuth" diye bir film izlemiştik. aslında son 20 dakikası bozuk olduğu için izleyemedik. Bu filmin bi de 1972 yılında çekilmiş ilk versiyonu var. neyse adamdan bizim izlediğimiz versiyonunu istedik. aklı sıra bilgili olduğunu gösterecek ya, "o iyi değil, ben size ilk versiyonunu vereyim" dedi. "Yok biz bunu izledik, çok beğendik ama son 20 dakikası bozuktu, onu istiyoruz" dedim. "Valla tavsiye etmem onu ben size ilk versiyonunu vereyim onu izleyin" dedi "Ya biz izledik biliyoruz filmi, sevdik işte allah allaah" dedim.

Neyse sonunda her iki versiyonunu da almaya karar verdik. Şimdi o öyle dedi ya benim içime bir kurt düştü. Film cidden güzel bir filmdi ama "niye öyle dedi acabaa" diye düşünmedim değil. ben burdan nereye geleceğimi unuttum bu arada hihahaha:))) ama o kadar yazdım ziyan olmasın diye yayınlıyorum :)) aklıma gelince devam edeceğimdir..saygılaar :))

Bir toka'yla mutlu olan insan

Evet ben artık anladım bazen sabahları neden uyanamadığımı. Kendinden sıkılmaya başladığında eğer hemen bir değişiklik yapmazsan, bunalıma giriyosun, uyanmak istemiyosun. Uyanıp da napcan ki, bi amacın olmuyo...Önceden 2 ayda bir saçımı değiştirirdim; ya rengini ya şeklini.Uzatmaya ve kendi rengine döndürmeye karar verdim vereli dokunmuyorum. Tam uzama aşamasında ve abidik gubidik bir hal almış durumda (her yerden fırlamak suretiyle) ama bu kez sabretmeye kararlıyım. Rengi allahtan doğal duruyo da kurtarıyorum. Şu katlı kesim dedikleri şey bir kez girdi mi bünyeye çıkarabilene aşkolsun.. Evladiyelik bişi oluyo hayat boyu kestir dur, kapana kısılıyosun adeta..Ama bu kez yenicem onu...hi ha hahahaaaa!

Efenim bu aşamada yapılacak en iyi şey kendine taçtı, tokaydı bandanaydı falan almak oluyor. Bir süredir evdeki malzemelerle yetiniyordum ve fakat baktım ki sabahları uyanamıyorum, dedim benim yeni bişi yapmam şart! napiim napiim dedim ve gittim kendime toka aldım!hem de 3 tane! İşe yaradı! Can geldi neşe geldi günlerime a dostlar! Bu beni bir süre götürür. Öyle torba torba alışveriş yapmama da gerek yok benim. Tek bir minik toka yaşamıma anlam katıyor. Güzel bişi aslında...

Mesela bu sabah erkenden uyandım. Birazdan da egzersizlerimi yapıcam. Akşam da bir arkadaşımla buluşucam. Kafama da tokadan başka bişi takmicam! :)

NOT:Yalnız bu yukardan gelen matkap sesi beni çıldırtmaya başladı, sinir bastı bana çok fena, napcaz. Adamcağız da söylemişti, evde tadilat olacak gürültü olacak, haberiniz ola diye. Tamam dediydim. Susup beklicem, tokamla beraber, o beni sakinleştirir :-)

14 Şubat 2011 Pazartesi

Gelsin peluş ayılar, gitsin kalpli yastıklar..

14 Şubat gelmiş. eee nolcak şimdi? Ne istemeliyim sevgilimden? hımmm bi tane peluş ayı fena olmazdı...Sokaktaki teenager çiftlerle beraber birbirimize caka satarak gezerdik oooh! Kalpli yastığımın ucu da Toys r us torbamdan görünürdü...elimde de gülüm...Sonra giderdik bir cafeye...tıklım tıklım jöleli saçlı bebeler, sarı saçlı kızlarla otururduk, çay içip elimizi tutar belki de öpüşürdük...Keşke 17 yaşımızda olaydık...:P

Ben en çok sevgilisi olmayanların üzülmesine üzülüyorum biliyor musunuz? Üzülmemin sebebi sevgilileri olmaması değil ama. Buna niye üzüliim ki.üzülmemin nedeni kendilerini bunalıma girmeye mecbur hissetmeleri. Öyle bir baskı var ki dört bir yandan. Sanki sevgilisi olmak bir üstünlükmüş, olmayanlar ezikmiş zavallıymış gibi hissettiriyorlar. E sevgilisi olmayanlar da bu oyuna geliyor, üzülüyor haliyle..Çok ayıp bişey bu ama. Çok acımasızca..

Hayır bi de en aklı başında, eşşek kadar hatunlar bile bir baskı yapıyorlar sevgililerine şaşarsınız...Etrafta bu gün adeta "sevginin sınanma günü" gibi gösterilmeye çalışılıyor ve herkes buna kanıp, sanki hediye almazlarsa sevgilileri, onları sevmiyormuş gibi algılıyorlar. Daha da doğru bir tanımla; dışarıdan öyle algılanmasından korktukları için buna mecbur olduklarını sanıyorlar.Valla ben o sevgiden zaten şüphe ederim ve sorarım yani; kardeşim sizin birlikte olma amacınız ne?

Ulen sevgilin varsa bile 14 şubatta peluş ayıcıkla kalpli yastıkla jöleli saçlarla kokoş çantalarla gezmek mi yani olay? Çok banal, çok sıradan ve kapitalizm tarafından insanlar alsın alsın durmadan alsın diye uydurulan bu güne kanan ve kanmayı matah sanan insanlar daha zavallı.inanın bana. Üzülmeyin.Bi sakin olun...Diğer günlerden hiç bir farkı yok 14 Şubat'ın. Huzurlu ve keyifli geçsin gününüz...Bi de ne alaka lan peluş ayı?

SADET:Sizi seven ve her gününüzü sevgililer günü kıvamında yaşayacağınız bir sevgili bulmanızı dilerim; 14 şubatta size peluş ayıcık alan birini değil.Sevgiler.

SADET 2: Çiçek güzeldir. Her gün, her mevsim alınabilir. O ayrı...:))

13 Şubat 2011 Pazar

Interview with a cat

Tombikim geceleri kuduruyor. Bazen acaip şevke geldiğinde mutfağın girişindeki mama ve su kabını deviriyor hızını alamayıp. Her seferinde "oğlumm yaaaa!" diye haykırıveriyorum. Boncuk gözleriyle bana bakıp "ama naptım ki ben?" diyor.

Az önce aramızda geçen konuşmayı sizlere aktarmak istedim. kedi seven ve onlarla konuşmayı bilenler beni anlayacaktır. Ne saçmalıyosun diye bu yazıyı okumaya başlayanların hiç okumamasını tavsiye ederim. Zira, ruhları zarar görebilir.

O: "Yihhuuuuu uçuyoruuuummm...alllahhhh!"
Ben: Yaaa oğlum yaaaaaa!
O: Aman beeeeee!
Ben: Oğlum kıçınla dağları deviriyosun. Bi ayarla artık kendini burda su kabım var diye .Öğren artık ama yaaa, her seferinde her seferindeeee...!
O: Ya tamam anne yaaaaa!.....alllllllllaaahhh top mu var orda! hadi uçtum ben!!
Ben: Şebeleğim benim!

:-)

12 Şubat 2011 Cumartesi

çanta patlatmaca

Aldı mı beni bir gülme! Haberleri izliyordum, bugun Kızılay'da bir durakta unutulan çantanın bomba şüphesiyle patlatıldığı hakkında haber.

Bildiğin kokoş kadın çantası. Çantayı patlattılar...kendimi bu haberi izleyen çantanın sahibi kadının yerine koydum da bir an...rezalet bi durum...çantanı unutuyosun bi yerde sonra haberlerde izliyosun düşünsene, çantanı patlatıyolar hahaha:)) "laayyyn!!" diye delleniyosun Tvnin karşısında falan:)) tamam komik bi durum ama, kimlikler kartlar falan..yazık oldu tabi...sonra polis elinde çantayla yürüdü gitti:)) O da çok komik bir görüntüydü...İçinden rezil bişiler çıkmamış olsa bari...ben mesela kesin rezil olurdum...benim çantamda yok yok çünkü...çıfıt çarşısından beterdir benim çantamın içi...Aman yaa dikkat etmek lazım..:))

Kadınlar

Kadınların genel tavrı bu. Karşımızda hep sevgilisiyle sorun yaşayan bir kadın görmek ve ona yapmacık teselli cümlelerimizle derman olmak isteriz. İçten içe seviniriz buna. ( Ben böyle değilim ama "biz" diye konuşmamın nedeni, doğru hitap şeklinin bu olduğuna inanmam. Bir konuya kendini de dahil etmek, karşındaki insanın kendisini yalnız hissetmemesini ve rahat olmasını, kendisiyle daha kolay yüzleşmesini, farkına varmasını sağlar.)

Kimi kız arkadaşlar da böyledir işte. Çoğumuz yaşamışızdır. Derdin olduğunda, sevgilinden ötürü ağladığında, ilişkin sorunlu olduğunda hep yanındadırlar. Koşa koşa gelirler. Sabaha kadar seninle otururlar, derdini dinlerler ve sen onların ne kadar iyi dostlar olduğunu, Hatta dostluğun bu olduğunu düşünürsün,inanırsın. Yıllar boyu da sürer bu inanç. Ama bir gün gelir, ne zaman düzgün bir ilişki yaşamaya başlarsan o zaman uzaklaşırlar ve sen kayaya çarpmış gibi hissedersin kendini. Yıllar boyu süren paylaşımların hatrına bir kaç kez daha görüştüğünde, hep gözlerinde, senden olumsuz bir şeyler duymayı bekleyen o hain bakışları görürsün. Sen güzel şeyler anlatmaya yeltendiğinde de, acımasızca sana saldırmaya kalkarlar. Fiziksel görünüşün de dahil...

Yıllardır paylaştığınız o "dertli zamanlar"ın bitmiştir ve sen artık mutluluğunu paylaşmak istiyorsundur. Dost bellediğin için de yanında olacağını sanırsın ama aldanırsın. Eskisi gibi içip, ağlayıp isyan etmek yerine, yeni kurduğun yaşama, sana, ilişkine saygı duysun, alkol yerine kahve içip tabu oynayalım veya, beraber film izleyelim istersin,güzel şeylerden söz etmek istersin, onu da yaşamının bir köşesine koymak istersin. Ama kaçarlar. Çünkü senin mutluluğun, onların kendi mutsuzluklarının perçinlenmesine sebep olur. Senin mutlu yaşamın onlara kendi mutsuz yaşamlarını anımsatır çünkü. Bu yüzden kaçarlar.Senin artık eski "sorunlu" kadın olmadığını gördükleri anda kendilerina başka sorunlu kadınlar ararlar, hayata erkeklere ağız dolusu küfürleri beraber savurabileceği, diğer kadınları iştahla aşağılayabileceği ve bulduklarında da onlarla "dost" olurlar... senin dedikodunu yapmaktan da çekinmezler bir yandan... Sen tekrar eski moduna dönersen, o zaman yine herşeyleriyle yanında olurlar.

Kendi mutsuzken bile içten bir şekilde senin yanında olan ve yaşamını paylaşmaktan keyif alan o kadar az arkadaşın kalır ki...belki 1 belki 2 tane...

Gerçek yaşamda bu böyle. Hep de böyleydi. İnternette de böyle oldu artık. İnsanların içten içe nasıl kıskandığını her şekilde hissediyor insan; ilişkisini, sevgilisini, mutluluğunu...hep ayrılmanı, sorun yaşamanı bekliyorlar sinsice...hatta bunun için dua edenler olduğuna bile eminim..

Mutluyum demeye bile çekinir oldum. İlişkimle ilgili güzel bir şeyler paylaşmaya, anlatmaya...Sırf insanlar kendini kötü hissetmesin diye. Sırf nispet yapıyomuş gibi görünmeyeyim diye...ne ayıp yaa...Ama artık umrumda değil.

Bence kendilerine gelmeli kadınlar. Birbirimizi en iyi anlayacak yine bizleriz çünkü.

Kadınların kadın düşmanlığı...

Neden ve ne zaman bu kadar nefret eder olduk birbirimizden?İlkel bakış açımızdan neden kurtulamıyoruz? Neden kendi cinsimize bu kadar düşmanca yaklaşıyoruz? Tüm kadınları birer tehdit gibi görüyoruz? Biz insanız...İlkel içgüdülerimiz yönlendirmemeli bizi. İnsan olmanın bilinciyle hareket etmeliyiz. Yaşama gelme amacımız kendimizi erkeklere beğendirmek mi sadece? Bunu hayvanlar yapıyor. Çiftleşip nesillerini sürdürmek için. Oysa bizim başat amacımız bu değil ki! Başka meziyetler yüklenmiş bize.Sana yuvanı, erkeğini koruma denmiyor ama her kendi cinsini de tehdit gibi algıladığın müddetçe, kimliğine ve varlığına yabancılaşıp bir ucubeye dönüşürsün. Erkeklerin seni gercekten daha iyi mi anladığını sanıyorsun? Palavra!


Yazdıkça şöyle de bir tuhaf çelişki farkettim belki de tüm yazdıklarımı çürütebilecek...Eğer kadınlar karşılarındaki kadını bir tehdit olarak algılıyorsa, o zaman tam tersi sen mutlu olduğunda senin yanında olmaları gerekmez mi? Çünkü mutluysan ve bir ilişkin varsa, o zaman zaten onun önünü kapatman ve gelecek ihtimallere karşı bir tehdit unsuru oluşturman imkansızlaşmaz mI? Mutsuzsan ancak bir arayışa girer ve bir tehdit oluşturabilirsin...

bakış açım doğru farkındayım ama bir kez daha düşününce, sanırım bu başka bir durum. Yani bu tamamen kişisel mutsuzluk buhranlarıyla alakalı. Yani kadın veya erkek olmakla bağlantısı yok..Bir de, ancak sevgilisi olan ve kendileri mutlu olan kadınlar, mutlu ilişkileri olan kız arkadaşlarının yanında olabiliyor. Çünkü mutsuz ve tek başına bir kız arkadaş,ciddi bir tehdit unsurudur her zaman sevgilisi olan bir kadın için; mutsuz ve yalnız kız arkadaşa da mutlu ve sevgilili arkadaş mutsuzluğunu hatırlatır..tamam olay budur işte... Bu yüzden çiftler görüşür ya hep...Ya da tek ve mutsuzlar...Farkında olmadan altında yatan sebep budur...Çok edepsiz kız arkadaşlar da var evet...Sevgilini ayartmaya çalışan şıllıklar...benim başıma gelmedi ama gelen ve başarıya ulaşan biliyorum...

Bak şindi...sinirlendim gene...tam kadınlara karşı ılımlı ve sevecen olayım diyordum aklıma gelen şeye bak! neyse ben en iyisi bu konuyu burda kapatiim, yoksa birazdan küfretmeye başlicam korkarım.............

Beni Dinleyinnnnn!

Ben bu blogla kafayı bozdum. Ciddi söylüyorum. Bu nası bişeymiş ya. Blogla yatıp blogla kalkar, sürekli yazacak bişeyler bulmaya çalışır oldum.

Hahahahaha insan bi süre sonra kendini köşe yazarı falan sanmaya başlıyo. Bi de güzel yorumlar gelip, insanlar seni izlemeye başlayınca, değme keyfine! Hadi azıcık da entelektüel falansan iki felsefik, edebi bişi patlatıyosun, bi de şiir miir yazdın mı tamamdır, oldun sen! Bi de yazılarına şöyle bi yan gözle bakıyosun, ulen harbi yazabiliyorum ben yaa diyip, egonu şişiriyosun, iyi geliyor gribe, soğuk algınlığına falan.

Sevgilim benim blogumu paylaşmış her yerde sağolsun."Kimse beni izlemiyooo! milletin 500 tane izleyeni vaaar ühü ühü!" diye mıymıylanmama dayanamadı canım benim:)) Şimdi bir sürü insan girip "bu ne be" demiştir eminim. Giren sayısının sürekli önlenemez yükselişi ama izleyen sayısının sabit kalışından anlaşılıyor, salak değilim! :))

kendime güvenmiyorum evet. Yazılarımı beğenmediğim için, adımı sanımı bilgilerimi falan gizli tutuyorum. Bu kadar da dürüstüm. henüz her yerde yayınlayacak, göğsümü gere gere bakın ben de yazıyorum diyecek kadar özgüvenli değilim. Hoş, zaten yayınlansa nolcak, ottan boktan şeyler yazıyorum :)) Kim napsın benim abidik gubidik yazılarımı dimi...:))) Aayhh! bu kadar da değil elbete! Güzel yazıyorum ulen işte! Tamam sevgilimle sorunum yok, erkeklerden nefret etmiyorum diye napiim yani şimdi? öliim mi hıı? :))bu yazıyı okuyup da izle 'ye tıklamayanı döverim........... :)))

NOT: Sevgilimle sorunum yok deyince aklıma bir şey geldi. Onunla ilgili de birazdan yazıcam.

Özenmiş çocuk

Bir süredir farkettiğim bir şey var. Uzunca bir süredir. Bunu her düşndüğümüde acımayla karışık bir gülme alıyor beni. Bana çok komik geliyor ama acaba onlar bu kadar komik göründüklerinin farkındalar mı...?Aslında herkes böyle ama bazıları var ki çok göze batıyor. (Burda bitirirmişim yazıyı mesela)

Barlarda yeni çalmaya başlayan, yeni yetme heyecanlı genç çocukların hepsi Bob Dylan'ın filan gençliğine özenmiyor mu? Ya da sokak köşesinde çalan gitarcı çocuklar...Yıllar sonra ünlü olduklarında anlatacak bir yaralı geçmiş yaratmak değil mi çoğunun amacı? Ya da kitaplarının arkasına siyah beyaz fotoğraflarını koyan şairlerin tümünün aklında bir Cemal Süreya gibi olmak filan yok mu allasen? Bana çok komik geliyor bu.

Az önce bir şair amcanın fotoğrafını gördüm de...ordan geldi aklıma. Bir pozlar, bir edalar...altına da vurucu bir cümle...oldu işte! O foto çok mühim ama...Nasıl Cemal Süreya'nın meşhur elinde sigaralı resmi kullanılır hep, o da ölüp gittikten sonra hatırlanmak istiyor belli...özenmiş bezenmiş de çektirmiş...hayır dalga geçmiyorum...ne var ki bunda diyor olabilirsiniz ama işte bunu farketmek komik geldi sadece...Sadece şairler ve müzisyenler de değil ki...hemen hemen herkes böyle yaşıyor...önlerindeki örneklere göre yaşıyor...Onlar gibi olmaya çalışıyor...Üniversite hocaları Ölü ozanlar derneği'ndeki Mr. Keating'e özenirken, iş kadınları, Amerikan filmlerindeki işi gücü parası olan ama mutsuz kadınlar gibi falan yaşamaya çalışıyor; falan gibi...mesela yani...aykırı olanlar elbette var ama genelde bu böyle...

Şimdi biz o geçmişteki şair, yazar müzisyen ya da filmlerde gördüğümüz insan tipi neyse, onu da tanıyıp bildiğimiz için, ister istemez bir kıyaslamaya giriyoruz. Niye giriyoruz çünkü bariz öyle bir iddiası var kişinin! iddiası olmasa kıyaslamayıp ona kendi tarzı çerçevesinde bakarsın ama var! Pekiii...ya yoksa? yani öyle bir ihtimal de var ama o zaman bu çok korkunç olur! O zaman dünyada her bir iş için belirlenmiş tek bir kalıp mı var? Başka türlüsü zaten mi mümkün değil yoksa ve biz hep farklı bir şeyler bekliyoruz? Beklemek mi hata acaba? Başka türlü nası çalsın gitarı mesela? Bunu yapmak için kimse uğraşmadığından, başka bir ihtimalin düşüncesi bile beyin kaslarını feci zorluyor...Usül böyle belirlenmiş, ötesi yok, uğraştırma sen de adamları aaaa, düşüncek başka bişey mi bulamadın...da diyebilirler adama...İnsanız işte, benziyoruz birbirimize...hepsi biziz, şariler de yazarlar da öğretmenler de...kim kime özeniyor, kim kimi aklit ediyor, çıkarması güç...Sen hiç mi birilerini taklit etmiyosun diye sorabilirler bana da...bilmem ediyorumdur belki, farkında değilim...dedim ya ister istemez yapabiliyoruz bunu...ama yapmamaya çalışıyorum en azından onu biliyorum...Mesela birinin fotoğrafını beğenip almak, birinin videosunu paylaşmak veya blogunu düzenlerken hoşuna giden eklentileri eklemek gibi çok basit şeylerden söz etmiyorum. Yaşam tarzı olarak belirlenen daha ciddi şeyler benim anlatmak istediğim.Seni sen yapan, yapacak olan şeyler...

Ama gidip de sırıtan, 60'lardan kalma havası estirilmiş bir siyah beyaz resim çektirip kitabının arkasına koyma sen de allasen...başkalarının umrunda olmayabilir ama bu özenti havası beni çok fena irrite ediyor...

Ya bi de şey var; ünlü birinin sözünü sırf içinde hayat ve aşk geçiyor diye beğenen tipler...düşünmeden etmeden... Oysa ki son derece saçma ve mantıksız olabiliyor o sözler. Mesela Hegel söyledi diye ben o söze katılmak ve Hegel'i yüceltmek zorunda mıyım? Bir adam filozof diye hep doğruları mı biliyor demek? İŞte bu da sığ beyinlerin düşünme sistematiği...Bu hep böyle ama...ve bu konuda ne zaman biriyle tartışmaya girsen, o ünlü veya senden daha bilgili diye, senin tartışman ve eleştirmen hep yersiz bir ukalalık olarak algılanır. İşte biz aslında bu kadar acınası durumdayız bilmem farkında mısınız? Tartmadan, düşünmeden ne verildiyse kabul ediyoruz. Tıpkı yaşam biçimimizde de kalıpların dışına çıkamamamız gibi. E tabi, karşındaki sana hak verse bu sefer senin üstünlüğünü kabul etmek zorunda kalacağı için egosu ezilecek. o düşüncelerine çok değer verdikleri adamları tanrılaştırdıkları için kafalarındaki sistematik bozulacak, devreleri yanacak...Tamam tek bir şeye inanayım ben, kafamı da karıştırma, o öyle diyorsa doğrudur! Pekii pekiii...sustummm :/
SİNEMA TUTKUNU HABER AĞI / SHA ;

11 Şubat 2011 Cuma

Mediteyşın

Bir ara Osho okurdum. Onun sayesinde meditasyonun hayatımı değiştireceğine inandım. Bayaaa bildiğin meditasyon müzikleri buldum, mumlar yaktım, ışıkları söndürdüm, çakralarımı açmaya uğraştım ama olmadı allah olmadı.Oldurmayan allah oldurmuyor işte. Bunun bi de noktalı versiyonu var ama onun konumuzla alakası yok.

Sonra meditasyonla ilgili daha ayrıntılı bilgi edinmeye karar verdim çünkü bu işte bir yanlışlık vardı. Okudukça, bunun her babayiğidin harcı olmadığını anladım. Öyle gözlerini kapatıp mum yakmakla, kafanı boşaltmakla falan olmuyomuş bu iş. Ciddi teknikleri varmış, öyle böyle değil...1 hafta boyunca her gece bi takım beyin egzersizleri falan yapıp öyle yatıyomuşun o çakraları açmak için. daaha da bir sürü şey.Ama bizim gibi kafasında bin bir tane tilki dolaşan, tedirgin ve gergin, çakralarını ağ bağlamış tiplerin rahatlaması pek mümkün olamıyormuş. Kira zamanı gelen ve parasını denkleştirmek için uğraşan insanlar nası meditasyon yapsın alllasen? Boşaltsa nolcak kafayı, kiradan kurtulabilcek mi?

Meditasyon yapan adamlar zaten dünyadaki herşeyden elini eteğini çekmiş, denize nazır lüks evlerde, para derdi olmadan hizmetçileriyle falan yaşıyorlar. Bak şindi...aynı şey mi? diil...Sonra Osho okumaya devam ettim ve harika bir şey keşfettim a dostlar..iyi bir ev temizliğinin bin tane meditasyona bedel olduğunu! Valla! bunu kendi de söylemiş Osho'nun. Herhalde bizim gibiler için söylemiş bunu. Deneyip de beceremezseniz üzülmeyin, size göre de tekniklerim var, a zavallılar anlamında yani...İşe yarıyor ama, denedim ben. Mesela az sonra yatak çarşaflarını değiştirip Nirvana'ya ulaşmayı düşünüyorum...Ardından bi de yerleri sildim mi oooh, en iyi meditasyon halt etmiş yanında!

Birer fındık faresi olaydık.

Az önce sevgilimle aramızda geçen diyalog:

Ben: Aşkım ben bi deve olsaydım bana yine aşık olur muydun?
O: Ben de mi deve olucam?
Ben: Evet
O: Olurdum.Ama sen deve ben insan olsaydım olmazdı.
Ben: E herhalde (güllüşmeler) Pekiii ikimiz de fındık faresi olsaydık?
O: Olurdu o zaman da (Gülüşmeler) 100 tane çocuk yapardık (gülüşmeler)


İşte böyleyiz biz akşamları, çok eğleniyoruz :)))

10 Şubat 2011 Perşembe

Timsah, yılan,beyaz balina ve turuncu renkli uzaylılar

Dün gece rüyamda evin içinde dolaşan bir timsah bir yılan bir de beyaz balina vardı. Ev benim evimmiş ama burası değil, kocaman bir evmiş, saray gibi bişey. Sadece korkup köşeye saklandığımda benim evin koridoru oluyor koridor o kadar. Amaan ne zor şey be rüya anlatmak..En ufak bir harekete duyarlı hayvanlarmış bunlar. Normalde de öyledir herhalde ama acaip korkuyorum. Özellikle de balinadan. hareket ettiğim anda dönüp üzerime gelmeye başlıyorlar. Ben de köşede öylece kıpırdamadan duruyorum. Nefes bile almıyorum. Öyle işte.

Sevgilim de rüyasında turuncu renkli uzaylılar görmüş. Yemek servisi falan yapıyomuş bunlar.Çok komikmiş. Ailece kıçımız açık kalmış diycem amaa dilim varmıyo :))İkisini birleştirip bir öykü yazasım var aslında ama şimdi başımın ağrısını geçirip bi duş almam lazım önce..

9 Şubat 2011 Çarşamba

Kötü hikayeler

Neden bize bu kadar kötü hikayeler anlattılar ki? neden hep mutluluğun bu kadar zor uzak ve herkesin haketmedği bir şey olduğu öğretildi bize? Ya da ancak ve ancak masallarda olduğu? Bir ilişkinin eninde sonunda biteceği, erkeklerin tümünün mutlaka aldattığı, heyecanın bittiği, en dürüst insanlara bile inanmamak gerektiği? Hayatı güzel ve yaşanası kılmak varken neden daha küçücükken kafamıza kaktılar bunları ve hiç birimiz sağlıklı, özgüvenli ve güçlü kadınlar olamadık? Hep kafamızda soru işaretleri ve içimizde tedirginliklerle yaşamak zorunda bırakıldık? Birilerinin bu işten çıkarı mı vardı? İnanmak istemesen ve kendi önüne bakmak istesen de, bir süre sonra, elinde olmadan kulaklarından girip beynine ulaşmış ve en hassas beyin hücrelerine böcek gibi yapışmış oluyor bu laflar...orda büyüyor büyüyor ve onları söküp atmak için beynini söküp atman gerekiyor adeta.Ne kadar akıllı ne kadar aydın veya ufku geniş olursan ol...çoğu zaman elimizde olmuyor...olamıyor...

Herşey güzel ve sorunsuzken bile tam anlamıyla huzuru bulamamak bizim hatamız mı? Karşındaki adam seni deli gibi severken eninde sonunda seni aldatacağı gibi, fazla güvenme, fazla bekleme fazla şunu yapma bunu yapma diye duyduğumuz ve inandığımız laflar hayatı bize zindan etmekten başka ne işe yarıyor ki? Ve insanlar neden yapıyor bunu? Bu lafların birer şehir efsanesi olduğuna inanmak ve huzur bulmak istiyorum artık...karşında bu kadar fazla örnek varken senin hepsinden farklı olacağına inanmak bazen saçma geliyor. Sevgilisini deli gibi seven, en dürüst adamların bile gün gelip fırsatını bulduğunda aldatacağı örneklerini sürekli görüp duyduktan sonra insan neden ben de yaşamayayım ki diye aptalca bir bakış açısına giriyor. Aptalca teslim olmak bu belki. Böyle yaparak aslında onlardan biri oluyor insan. O umutsuz,mutsuz, kalıplarla yaşayan insanlara benziyor. buna izin vermemek lazım. O moddan çıkmak lazım. Kalıpları kırıp kendi yaşamına bakmak ve gülüp geçmek lazım. Ama bu kolay mı? Öyle pat diye olamıyor ki bu yılların getirdiği ortak bilinci yıkmak? Kişiliğimizin en büyük kısmını bu belirliyor. İstemeden farkında olmadan benziyoruz hepimiz birbirimize. Bir yerden sonra farklı olmak mümkün olmuyor.Aynı toplumda aynı sorular aynı cevaplar aynı bakış açılarıyla yaşadığımız sürece de bu çok da kolay olamayacağa benziyor..

Birilerinin bu işten bir çıkarı mı vardı dedim ya, tüm bunlar da Kapitalizm'in bir oyunuydu sanırım. Mutlu olup iç huzurumuzu bulursak, özgüvenli, güçlü sağlam bireyler olursak çarka hizmet edemezdik ki. Bunalıma girip alışveriş yapamaz ya da canımız sıkıldığında abur cubur yemez ve para harcayamazdık. Özgüvensiz olmalıydık ki karşımızdaki adam bizi beğensin diye milyarlık makyaj malzemelerine, saçımıza başımıza para verelim, onlar bizi kandırdıkça, usülü bu diye buna inanıp, "hayat böyle işte" diye beylik laflarla kendimizi kandıralım. Hayat böyle olmamalıydı, olmazdı da. Çok fena oyuna geldik..

8 Şubat 2011 Salı

İçimde bişey var

Bi ara terapiste gitmiştim.2-3 seans filan. Kafamda çözemediğim ve sebeplerini bilmediğim, anlayamadığım bir takım yoğun öfke patlamaları yüzünden. Olur olmadık zamanlarda, özellikle de mutlu olduğum zamanlarda pörtleyen, hayatı bana ve sevgilime zindan eden o kontrolsüz öfke patlamalarımı anlatırken çok kez ağladım adamın karşısında.

Daha önce terapiste giden arkadaşlarım, bu işin 2-3 seansla çözülmeyeceğini, insanların yıllarca gittiğini söylediler hep bana. İlk seansta bir şey anlamadım ama 2.ve 3.seanslarda öyle şeylerle yüzleştim ki, insanın gördüğü, duyduğu kokladığı her şeyin, yaşadığı ve üzerini kapattığı her olayın, her anın bilinçaltı denilen uçsuz bucaksız okyanusun derinlerine nasıl gizlendiğini, zayıf bir anını bulduğunda pusuda bekleyen kaplan gibi, beyin hücrelerine nasıl saldırdığını gördüm, dehşete düştüm.

O an ilginç bir aydınlanma yaşadım. Sorunların nereden kaynaklandığını anlamak, onları çözmek için yeterli gücün aslında içinde olduğunu da gösteriyormuş insana. Şu klasik "yaşam güzeldir" kitapları gibi konuşmak istemiyorum ama şunu anladım ki, bunu bir kere anlayınca gerisini kendisi çözebiliyor insan. Çözmese bile kendini kontrol etmeyi öğreniyor.Yani öyle yıllar boyu gitmeye gerek yokmuş...haa hiç mi dellenmiyorum şimdi? tabi ki delleniyorum ama eskisi gibi değil Daha kontrollü, daha olgun ve daha kendimi bilerek...

Şimdi daha iyiyim...Her şekilde daha iyiyim. Bi de şu ara verdiğim günlük egzersizlerime yeniden başlayabilsem...

Gıcık oluyorum-3-

  • Hangi akla hizmet, yüz yıkama jellerinin falan tüplerini çevirmeli kapaklı yaparlar? Yıllardır uyuz olduğum şeylerden biridir. O kapağı açıp eline aldıktan sonra tekrar kapat kapatabilirsen. Elinden akar, kapağa bulaşır falan...Çok sinirdir. Kapatmadan bi kenara da koyamazsın, akar çünkü...Bi ben mi akıllıyım acaba? hı hı evet:))
  • "kolay,pratik yemek tarifleri" diye bulduğunuz kitap site falan gibi yerlerdeki tariflerin başında inatla "evdeki malzemelerle" yazıp, kişniş, efendime söyliim, kuzukulağı, sonracığıma mahlep, mısır nişastası, falan gibi ancak ve ancak hayatında mutfaktan başka bir eğlencesi olmayan kadınların evinde bulunacak malzemelerin yazması ve bu yüzden hevesle canının istediği bir şeyi yapamamak. Gırrrr!ne yani evde mahlep ve kişniş mi bulundurmak zorundayım ben ayol sürekli?
  • Ayy bu çok sinir. Hevesle gidip aldığınız bir tişörtün veya kazağın boyun kısmındaki etiketini keseyim derken kendisini de kesmek.Daha fazla yorum yapamiciiim.
  • Senden sürekli ilişkinle ilgili kötü bir şeyler duymayı bekleyen mutsuz insanlara da gıcık oluyorum. 
  • "Takma" diyen insanlara ayrıca kılım.
  • Epilasyon denen şeyden nefret ediyorum.
  • işkembe çorbasını gebertesim var.İşkembe seven ve ağzı sulanarak anlatan kızları pencereden fırlatasım geliyor. 
  • Trt'deki keloğlan çizgi filmi midemi bulandırıyor.
  • Yenidünya çok saçma.
  • Dedikoducu komşular ölsün.
  • Restorant veya barlardaki tuvaletlere kapıyı çalmadan lönk diye dalan öküz hatunları da dövesim var.
  • Hiç bir kilo problemi olmadığı halde, 3 kilo fazlam var diyetteyim diye ortalıkta dolaşan gencecik kızlara yanlış diyet uygulatıp 100 kiloya çıkmalarını sağlayacak bi diyetisyen arayışındayım. 
  • Oh beeeeee!
To be continued...

This is a bencil.

...Var olmadığı bir geçmişi neden kıskanır insan? Üstelik kendi var olmadığı bir geçmişi kısmankazken karşısındaki..Nasıl bir bencilliktir ki bu, sevdiğin insanın ezelden beri yaşamına hiçkimsenin girmemiş olmasını dilemek ve girmiş olanları düşman bellemek? adeta sevdiğin insanı elinden almışlar gibi bir tuhaf his...Oysa sen yoktun ki o zaman...yoktun...ya da vardın ama başka yerlerdeydin...başkaları vardı senin de hayatında...ama bu empati kurmak için yeterli değil, oysa bencil olmak ve hastalıklı bir şekilde kıskanmak için yeterli bir sebep gibi geliyor insana. Hakkı olduğunu düşünüyor buna. Kazara biri kendi geçmişine müdahale etmeye kalktığında da canavarlaşıyor. Geçmişi kıskanmak...kulağa bile saçma geliyor. Aptalca geliyor. Kimbilir bilinçaltımızın hangi minik noktasına saklanmış bir kırgınlık zerresi ki bu bizi kendimize yabancılaştırıyor...

7 Şubat 2011 Pazartesi

Cadı çocuk

Bugün bir arkadaşım bir video paylaşmış. Yeni mi eski mi bilemiyorum. Rusya'da bir adam köpeğiyle ormanda dolaşırken, uçan bir çocuk ve ona bakan bir kadın görüyor. Az sonra çocuk yavaşça aşağı iniyor, annesi elini tutuyor ve oradan hızla uzaklaşıyorlar. Görüntü hakkaten böyle. ben de izledim. Tuhaf. Tabi yapılan yorumlar "acaba cadılar mı?" yönünde. Eğer havada bir insan görürseniz bilin ki cadıdır. Tabi. evet öyledir. Başka ne olabilir ki? Mesela canı uçmak istemiş olamaz mı? belki 40 kere söylemiştir olmuştur? olamaz mı?? Ya da belki bizim bilmediğimiz, uçabilen çocuklar vardır...Hayır işin komik tarafı cadı diye bir şey olmadığı öğretildi bize. Havada gördüğümüz bir insana cadı diyebilmemiz için, cadıların yaşıyor ve var olduklarına inanıyor olmamız gerekmez mi? hani "aaa sincap" filan diye şaşırız ya, ummadığımız bir yerde ummadığımız bir canlı görünce..Onun gibi sanki.."aaa cadı!" Bi de cadılar süpürgeyle uçar ayrıca! ben öyle biliyorum yani :-)))

Bağsız-lar

Bazı insanlar vardır yaşamınızın bir dönemini beraber geçirdiğiniz. Aslında şöyle bir geriye dönüp bakınca çok fazla bir paylaşmınızın olmadığını gördüğünüz ama yaşamınıza giren herkese değer veren bir yapınız olduğundan onlara da gereksiz değer verip, bir şeyler beklediğinizi farkettiğiniz. Aslında bu yaşamınıza giren herkese değer verme durumu, ilk gençlik yıllarına, toy zamanlara, saf salak, hayatı tanımadığınız zamanlara denk gelir tam olarak. Sanırsın ki, arkadaşlık böyle olur. Sonra yıllar geçer, aklın başına gelir, kendini tanır kişiliğini oturtursun. Ne istediğini anlarsın ama bir bakarsın çoook başka yollara sapmışsın sen. Kafan çok başka bi kafa. Hayatı algılayışın onlarınkinden çok farklı. Ama onlar...onlar diyorum, senin bir zamanlar dostluklarından medet umduğun insanlar toplanıp bir ittifak oluşturmuş. Pek bir sever olmuşlar birbirlerini. Sense onlara göre çok başka, çok uzak kalmışsın ve hala, bir zamanların minik paylaşımlarının hatrına dost olmaya çalışırsın tüm sevecenliğinle, aralarına girmeye çalışırsın, onların dilinden konuşmaya çalışırsın ama olmaz, olamaz...Ben diyorum ki, yaşamımıza giren herkes ömür boyu yaşamımızda olmak zorunda değil. Bazı ilişkilerin miadı doluyor, bitmesi gerekiyor. Bazı insanlar geçip gidiyor, bazıları kalıp bize yarenlik ediyor. Bazen kırılıyorum ama ben. Neden kırıldığımı neden ciddiye aldığımı bilmiyorum ama bazen çok kırılıyorum. İnsanların kendi yaşamlarını kendi çevrelerini ciddiye alıp seni duymamaları, umursamamalrı gücüme ve gıcığıma gidiyor...Keni yaptıklarının, yazdıklarının, konuştuklarının akıllıca ve en doğru şeyler olduğunu düşünüp senin davranışlarına, zevklerine, yazdıklarını ve konuştuklarına karşı ukalaca tepeden bakıp küçümser bir tavır takınmaları beni çileden çıkartıyor. Aslında burda kırıldığım nokta, aslında kırgınlık da değil, insanların bu ukalalıklarının haddini bildirme isteği içimdeki. Bir de bunu yapanlar kendilerini entelektüel, aydın diye tanımlayan, hümanist görünen insanlar. Ama entelektüel olucam diye yaşamın tüm diğer renklerine kapılarını pencerelerini kapattıklarından dünyanın sadece kendi etraflarında, kendi inandıkları değerler çevresinde döndüğünü sanıyorlar. Ben "hafif entelektüel" kalıp, ufkumu geniş tutmayı seçerken, onlar "tam entelektüel" olup at gözlükleriyle dünyaya bakmayı yeğlemişler. Aramızdaki fark bu işte. Şimdi neden üzüleyim ki dimi? Yazdıkça aydınlandım valla. :-)

Pohça-boğaça veya Poğaça

Gecenin bir yarısı poğaça yapasım geldi. tarifi nette buldum. Şu an pişiyolar ve çok güzel görünüyolar. Buyrunuz :-)

6 Şubat 2011 Pazar

Kolera-ns

Tolerans'ı "kolerans" sanırdım küçükken. Tıpkı "Tünaydın"ı yanlış söylediklerini düşündüğüm gibi insanların. "T" harfiyle başlayan sözcükleri bir kabullenemezliğim vardı nedense. Ters gelirdi, yanlış gelirdi, hoşlanmazdım. mesela şimdi de inatla "Eker" markasını "Teker" diye okuyorum. İnek kafası nedense T harfi gibi görünüyor gözüme. Teker okumadığım zaman da Şeker okuyorum ama katiyen Eker değil...


"Tek" başına olmayı asla istemeyip "Tek" başına bırakılmışlığın kabullenilmişliği mi ki...

Yeni bir yaşam

Sigarayı bırakmaya çalışıyorum 2 gündür. Bugün akşam 9 a kadar hiç sigara içmedim! benim için büyük başarı! Çok kıskanıyorum bırakan insanları. Öyle böyle değil yani! İletilerine "sigarasız 30 gün" falan yazıyorlar ya, birer ilah gibi görüyorum onları. Saygıda sınır tanımayasım geliyor. Hele, yıllardır bu saçmalığı beraber içtiğiniz, paylaştığınız bir arkadaşınızın sigarayı bırakması ve ardından onunla bir araya gelmek, onun sigarayı bıraktığı için ne kadar mutlu olduğunu, 2.gün biraz zorlandığını ama başardığını, canım hiç mi istemiyor, istiyor ama o kriz geçince geçiyor sözlerini dinlerken, elin sigara paketine utana sıkıla atmak, ulen ben niye başaramıyorum nedennnn diye isyan edesinin geldiği gün, o ciddi kararı veriyorsun. Delice kıskanıyorsun onu.Benim öyle oldu. Hoş, ben zaten deli gibi içen bir insan değilim. 1 paket içmiyorum mesela günde ama hiç içmeden de yapamıyorum lanet olsun ki. Bugun o gücü hissettim içimde. İnatla akşama kadar sigara almadım. Bol bol çay içtim, kahve içtim, tıkındım, kendimi telkin ettim. Başaramadım ama. Bilmiyorum ki neden başaramıyorum, istediğim halde. 12 yıl olmuş...şimdi bıraksam 40 yaşımda ciğerlerim temizlenmiş olur. Mis gibi işte.Ama biliyorum ki bu boktan şeyi bırakmak yaşamımda bir dönüm noktası olacak ve başka bir yaşam, başka bir boyut açılacak önümde...biliyorum...12 yıllık esaretten kurtulmak...azıcık daha zamanı var ama bu yıl içinde bitecek bu iş...kararlıyım...

4 Şubat 2011 Cuma

sigortası atmak

Gecenin 4ünde sigorta attı. Korku filmlerindeki gibiydi ev. Mutfağın ışığını yakarken "paaat" ev kapkaranlık oldu. Böyle şeyler zaten ya pazar günleri ya da en alakasız saatlerde olur. Bu bir kuraldır. Murphy kanunları hayatımızı yönetiyor.Bu gerçek.


Sabahın 4ünde senin ne işin var ayakta dimi? Ne işim varsa var sorun o değil ama benim zaten ne kadar tırsak bir bünyeye sahip olduğumu bilen birileri adeta bilerek benimle eğleniyor. Zar zor çakmak bulup salona gidip tea-lightları yakıp sigortayı kaldırdım. Ama nafile. Yanmadı ışıklarr. Alllah dedim b..ku yedik. Demek ki ciddi bir sorun var. Saat 5 oldu. Salondaki sehpanın üzerindeki 7 tane tea-light ve gölgeleri,bir de musti'nin gözlerini cin gibi açıp sesleri dinleyişi ve bir yerlere bakışı eşliğinde, kafamda yarın sabahtan ararım  bir elektrikçi çağırırım yapar...ama ya sigortada sorun varsa..çalışmadığına göre...çok da para ister şimdi bunlar...diye diye uyumuşum...11 de uyandım...hani böyle bir kabustan uyanır ve herşeyin bir kabus oldugunu anlayıp rahatlarsın ya, öyle olacak sandım ama olmadı maalesef.Kabus devam ediyordu. can havliyle telefona sarıldım, bir elektrikçinin kartı vardı, onu aradım, telefonun ucundaki kız ne dese beğenirsiniz? ben mesela şey dese beğenirdim "şimdi gözlerinizi kapatıyorsunuz, 3e kadar sayıyorsunuz ve elektrikler geliyor"...herneyse...ama öyle demedi. Elektrik ustasının 1 ay gelmeyeceğini söyleyip beni üzüntülere gark etti sağolsun. Sonra aklıma sevgilimi aramak geldi. şehir dışında da şu an kendisi. Bana dış sigorta iç sigorta gibi bişeyler dedi. Neaaa? dedim dış sigorta da mı vaaar? İvit ifindim varmış ve nitekim dış sigorta atmışmış. Ulen bileydim dün gece korku filmi edasında, mum ışığı eşliğinde bir gece geçirmezdim. Neyse efenim. Şimdi düzeldi. Ama Murphy kanunları hakkında dediğim şeyi bi düşünün...:-)

yalnızlık, bi gider misin?

Yalnızlık denilen şey beni aşağı çekiyor. Onu anladım artık. Tahammül sınırlarımı aşıyor. Düzenim, günlük rutinim bozuluyor. Bunalım yapıyo bende. Uzun yıllar yalnız yaşadığım günleri hatırladım. Şurda iki gün yaşadığım bunalımı bir ömür yaşamışım ve sağlıklı bir şekilde hayatta kalabilmem mucize gibi geliyor düşününce. Kafa dinlemek, kendine zaman ayırmak falan...yapamıyorum...eskiden yapardım ama artık yapamıyorum bu çok acı...ha kimseyi aramak ve görmek de istemiyorum mesela ama yalnız olmak da istemiyorum. Bilmem anlatabiliyor muyum...çok çetrefil bir durum...Kendimden uzaklaşıyorum, çirkinleşiyorum sanki yalnızken. Evime eşyalarıma yabancılaşıyorum,Hiçbir şeyin anlamı kalmıyor. Çünkü düzen bozuluyor. özgürlüğüme bir o kadar düşkünken, yalnız yaşama ve yalnız olma fikri de bir o kadar korkutuyor. Boğa-kova itişmesi de diyebiliriz buna sanırım. Mesela gece uyuyamıyorum. Cin gibiyim. Sanki uyursam kötü birşeyler olacakmış gibi geliyor. her ses, her tıkırtı binlerce şey çağrıştırıyor, korkuyorum. Çocuk gibi korkuyorum...ne kadar güvensiz ne kadar yalnızmışım meğer ben yıllardır...Sevgilimin yanında oysa hiçbir şeyden korkmuyorum. Ama o yokken herşey üstüme üstüme geliyor. Bunun böyle olmaması lazım oysa...istemiyorum böyle olmasını...yalnız kalmanın bana keyif vermesini istiyorum ama artık sadece gözlerimi yumup bitsin diye yalvardığım, zorunlu ve ürkütücü bir süreç yalnızlık...belki geçer...hı?

3 Şubat 2011 Perşembe

Bir çift ayakkabı alayım, topuksuz olsun lütfen!

Öğrenci modumdan kurtulalı çok oldu. Güzel güzel topuklu ayakkabılarım vaar cici bici kıyafetlerim vaar ama gel gör ki olmuyo işte! Ne zaman topuklu ayakkabı giyip dışarı çıksam kendimi büyümüş de küçülmüş gibi hissediyorum. Oturmuyo üstüme sanki. Ya da çok fazla oturuyor abartı oluyor çok dikkat çekiyorum bilmiyorum, onun ayırdına varamadım henüz. Seviyorum da, kendimi kadın gibi hissetmeyi aslında ama evden çıkarken o topukluları giyme fikri bana soğuk terler bastırıyor nedense. Dışarı çıkıp, apartman kapısından geri dönüp değiştirdiğimi biliyorum kaç kere. Ha bi de şu var, millet tıkır tıkır yürürken, ben ya bi yere takılıp tökezliyorum , kayıyorum ya da tabanlarım ağrıdan ölüyor anasını satiim. Bridget Jones gibi bişey oluyorum bazen. Salına salına kendime sonsuz güvenle yürümek istiyorum ulen yollarda ben de. Sanırım bunu başaranlar, öğrenciliğinde de koca anti-estetik çirkin postallar giymeyip, okula topuklularla gelip, biz paçozların diline düşüp yerden yere vurduğumuz tipler olsa gerek.  Anasının karnından topuklu ayakkabıyla doğuyor bunlar. Biz gibi 4 senesini erkek modunda geçirmeyip kadın olduklarının erkenden farkına varıyorlar tabi..Annem, kuzenlerim falan yıllarca uğraştı yazık. Ne zaman çarşıya çıksak " çık artık kızım şu öğrenci modundan" diye bana cici bici çantalar, kıyafetler falan alırdık. Bir süre giyer, sonra bir kenara atardım. Atmayaydım iyiydi...Kendime göre bir tarzım var şimdi, seviyorum da. Sade bir kadınsılık diyelim biz ona. :-) Topuklularla rahat etmek istiyorum ama ben deee, herkes gibi..seviyorum çünkü...Kendi gözümde hala çocuk gibi olmak kötü bir şey...sanırım ondan kaynaklanıyor herşey...kafiyeli oldu hey hey :-))

2 Şubat 2011 Çarşamba

kokular mokular falan..

Parfümü Fransızların bulduğu söylenir. Bir zamanlar leş gibiymişler de bu kötü kokuları defetmek için parfümü bulmuşlar falan. Nedense bu hikaye benim hep midemi bulandırır. Nedense değil aslında cevabı çok açık; etrafta su yok, adamlar pislikten hastalıktan kırılıyorlar, bi de o pis vücutlarının üzerine parfüm sıkıp güzel koktuklarını sanıyorlar. Iyyy...parfüm dediğin temiz vücuda sıkılır. Ter ve pislik kokusuyla karışık o ağır kokuyu düşünemiyorum. Terleyip "ay çok terledim deodorantın var mı" diyen kız arkadaslara da sinir olmusumdur hep. Ya da çantasında her daim deodorant bulunduranlara. Ulen, duşunu alırsın temiz temiz giyinirsin sıkarsın deodorantını çıkarsın. deodorant dediğin şey teri engellemek için sıkılır. Senin o leş gibi terli vücudundaki kokuları kapatmak gibi bir mucize yaratmaz. Baştan sıksan zaten ter kokmazsın. Yok, bizde bu kültür yok zaten. Usülü bilmeyip, terlediğinde çantadan deodorant çıkarıp sıkan kadınlar bi de kendilerini bakımlı falan sanırlar. Genelde de en ağır yasemin kokuları falan taşırlar çantalarında..Koku önemlidir, bakım, temiz olmaktan temiz kokmaktan geçer. Yolu yordamı budur. Öğrenin lan! :-)))

Gene geliyorlar!

Evet anlıyorum. Suratımı ateş basmaya, içimde deli edici bir huzursuzlukla kafama olur olmadık şeyleri takmaya, her durumdan kavga çıkarmaya başladığım veya her an başlayabileceğimi hissettiğim anlar vakit tamamdır! Bir insan evladı nasıl olur da hormonlarının onu ele geçirişini çaresizlikle izler ve hiçbirşey yapamaz? Hani beyin gücü diye bişey vardı, hani tüm güç bizdeydi? hani istersek beynimizle herşeyi yönetebilirdik? Bu hormon denen şeyler beyin gücünü de aşıyor kanımca. Başka bir güç gerekiyor onlara. Bitki çayları mayları diye kakalıyolar yıllardır da bende bi işe yaramıyor..Ciddi bir ilgi ve şefkat benim ilacım. O zaman pamuk gibi oluyorum. Ama o kontrolsüz agresyon anlarında nedense ilgi yerine ilgisizlik görüyoruz hep. Hoş, kendimi onların yerine koyuyorum, her ay her ay çekilir dert değil ki bu ama yaa..ben dayanamazsdım karşımda sürekli her ay gergin, şımaran ve kendi bok gibi de davransa ilgi bekleyen bi adama! Sonra da hep, alışmalarını, bunun elimizde olmadığını söyleyip ilgi bekliyoruz. Hadi len ordan! bal gibi bilerek yapıyoruz bunu...Kolay geliyo hormonların ardına sığınmak belki. Empatimi de kurarım, kadınım hakkımı da savunurum kendimi ezdirmem de ama kadınsal saçmalıklara da bi dur demek gerek be anacım! hadi öptümm

1 Şubat 2011 Salı

Oruç Aruoba-Yaşam ki

2
Yaşamın, seni ulaşman gereken düzeyin altında 
tutmağa çalışan eğilimlerle (bu arada kendininkilerle de)
savaşmakla geçecek. - Bu yüzden de, ulaşman
gereken düzeye ulaşamayacaksın; yani, başarılı olacak
o eğilimler, sonunda. Zaten, belki, istedikleri de budur:
Senin, onlarla savaşmak yüzünden, ulaşman gereken
düzeyin altında kalman...
Ama savaşacaksın, gene de: sonuç her iki durumda da
aynı olmayacak mı zaten - sen, zaten, ulaşman
gereken düzeyin altında kalmayacak mısın ki? - Ama,
savaşırsan, en azından (nereye gelebilirsen) geldiğin
düzeye savaşarak gelmiş olacaksın - - bu da boşuna 
olmayacak.
4
Yaşamın, kendi kendine ağırlık haline getirdiğin
şeylerin altında ezilmenin süreci olacak.
Yaşamı 'hafifçe' yaşayabilseydin, yaşamın olayları da
uçup giderler, sana yük olmazlardı - ama o zaman da,
uçucu, boş olurdu yaşamın. Bu yüzden, yaşadığın her 
olayı 'ağır'laştıracaksın; ki uçup gitmesin, omuzuna
çöksün; sen de onun yükünü taşıyasın.
Yaşaman, yaşamın yükünü yüklenmek olacak.
Yaşam, yükleneceğin yüktür.
Yaşamın, yükündür.
6
Yaşamda atmak isteyeceğin her adımın
bir bedeli olacak: ancak bedeli ödemeğe
hazır olursan atabileceksin o adımı - bedeli
'peşin' ödemeyeceksin; adımı atmaya hazır değilsen,
bedeli de ödeyemezsin: Adımı atma anında,
bedeli de ödemeğe hazır hale gelmiş olacaksın.
8
Yaşam gidince ne yapacağını bilemediğin, ama gitmek
istediğin yerlere doğru katettiğin yollardan oluşacak -
ki bunlar, belki, o yerlere gitmek istediğini bile ancak
sonradan anlayacağın yollar olacak...
10
Yaşamın, sürekli gireceğin çıkmazlardan oluşacak;
hep girip, hep çıkacaksın çıkmazlara, çıkmazlardan:
son gireceğin çıkmaz da, hiç çıkamayacağın çıkmaz
olacak - sen en son çıkmazına girdiğinde,
yaşamın da 'düze' çıkacak...
19
Yaşamın, beklediğinin gelmemesi - ki, işte:
senin de, gelmeyeceğini bildiğini beklemen 
olacak.
23
Yaşamında öteki kişilere ulaşabildiğin anlar,
bir ormandaki kuş ötüşleri gibi olacak: uzaklardan gelip
geçerken kısacık bir süre yapraklarda yankılanacaklar
- o kadar...
Orman, bütün sessizliğiyle, yine yalnız,
duracak orada.
24
Yaşamında, yürüyüp yürüyüp, bir an durunca,
çevrene bakıp göreceksin ki, yürüyüşüne şu ya da bu
noktada katılmış, bir süre seninle birlikte yürümüş
kişilerden hiçbiri yok yanında:-
Sen, bir an, "Buradayım" demek için durunca,
onlar, artık, "orada" olacaklar - "buradayım artık" bile
demeyecekler sana, "orada"larından seslenerek...
"Burada"nda kimse bulunmayacak
- "orada"ndan da kimse seslenmeyecek sana...
54
Yaşamın, tasarladıkların ile gerçekleştirebildiklerin
arasında gidip gelecek: gerçekleştirebildiklerin
tasarladıklarından hep eksik;
tasarladıkların gerçekleştirebildiklerinden
hep fazla:-
Hep, hem eksik, hem fazla olacak yaşamın
- gerçekleri eksik, tasarıları fazla...
Hep eksiklikler yaşayacaksın - ve, hep, fazlalıklar...
Yaşamın bu olacak işte:
eksik - fazla...
70
Öyle yaşayacaksın ki, kendin bir türlü olgunlaşamadan,
arkanda olgun ürünler bırakıp yürüyeceksin - ancak
da olgun olduklarında bırakacaksın onları ardında...
Çünkü sen kendin de, olgun hale geldiğinde,
kendi ardında kalacaksın - bırakacaksın kendini 
ki,
ardında kalsın...
71
Yaşamda yapabileceklerin, zaten, yapabildiklerin
olacak - ama yapabildiklerin, yapabileceklerinden
daha az olabilecek: ıskalayabileceksin - bundan da
korkma, kaçınma; zaten, yapabileceklerini 
yapabildiklerinden ayrı, bağımsız olarak 
saptayabilseydin, 'herşeye kadir' olurdun!
Yapabileceklerine boşver - yapabildiklerini yap!
73
Yaşamının hiçbir belirli yerinde bulamadığın amacı,
boydanboya kendisinde yatar.
Yaşamının amacını arayıp arayıp bulamayacaksın
ki, bu olacak işte yolu gösteren - amaç da, bu...
Çünkü kişi ancak kendi yaşadıklarından;
ve yine ancak kendi yaşadıkları aracılığıyla başka kişilerin yaşadıklarından 
(ve yazdıklarından)
birşeyler edinebilir. 
(DE Kİ İŞTE)